bugün

entry'ler (2276)

windows 11

ciddi anlamda iğrenç bir işletim sistemi.

10'da iğrençti, ama en azından arayüzü rafineydi, ne yaptığının farkına varabiliyordun. Ama 11'de özellikle Home sürümünde, sistemde gereksiz bir ton programın önyüklü gelmesinden tutun da, arayüzün tutarsızlığına kadar her türlü bok, püsür ve başarısızlık mevcut. Ulan sağ tık yapıp da kullandığımız ''sil'' butonunu bile kaldırmışlar. Bir dosyayı silmek için ekstra bir tıklama daha yapmanız gerekiyor ki bu gerçekten büyük bir işkence. keza önyüklü gelen, ve arkada horul horul çalışan bir ton gereksiz program silsilesi de performansın içinden geçiyor.

Ayrıca bu arayüz ne? Mac'misin sen kardeşim? Bırak da bu tasarımı Apple kullansın, sen Mac değilsin, Windows'sun. Görev çubuğu da tam anlamıyla yarrak gibi bir şey olmuş. Hangi program açık belli bile değil. Zaten oldum olası Mac ve Ubuntu arayüzlerine ısınamadım, geldiler bu sikik tasarımı Windows kalesine de entegre ettiler sonunda. Soğudum senden Bill amca.

Şu aptal Microsoft Windows 7'den beri doğru dürüst işletim sistemi geliştirmeyi beceremedi. Çıktığı günden itibaren dibine kadar dışlanan Vista bile 8'den ve 11'den daha iyidir. Umarım bir gün kullanmak zorunda kalmam.

valorant

menü müzikleri inanılmaz kaliteli bir oyun.

tuhaftır ki valorant'ın bir tek müzikleri dikkat çekmiyor. zira internette ya da farklı biryerde müzikleri hakkında bir şey yazıldığını veya konuşulduğunu görmedim. evet bu oyunun müzikleri hakkında konuşan tek kişi ben olacağım sanırım, ama neden yazıyorum?

çünkü gerçekten oyunun kendisinden daha çok dikkatimi çekiyorlar. Bu elbette benim bakış açım, ama dikkatimi çekmesinin çok mantıklı bir sebebi var; "aşırı kaliteli olmaları"

zaten oyuna ilk başladığımdan beri dikkatimi hep çekmekteydi, ama bu son güncellemeyle gelen menü müziği tamamen noktayı koydu. oyuna ilk girdiğim anda zaten müziği hissettim, içimden; "off bu ne böyle?" diye sormadan edemedim. hatta bir süre dinledim, oyuna giresim gelmemişti. her güncellemeyle gelen menü müziği özellikle dinlemeye değer oluyor bunu kabul ediyorum, ama hintli ajan harbor'ın ve şuan ki güncel menü müziği çitayı apayrı bir noktaya taşıdı.

oyunun vikipedi sayfasına göre bu müziklerin müzisyeni, "jesse harlin" diye bir abimiz. öncelikle ne kadar kaliteli ve gerçek bir müzisyen olduğunu söylemeden edemeyeceğim. ya da benim tarzıma birebir mi uyuyor bilmiyorum ama, gerçekten bu adam ne yaptığını bilen bir müzisyen. valorant'ın müziklerine riot tarafından ekstra özen gösterildiği açık, ama bu tamamen jesse abimizin sayesinde. başarılarının devamını diliyorum üstad!

zannımca valorant'ın müzikleri de konuşulmalı. bu kadar kaliteli müziklerin hiçbir şekilde oyuncular tarafından açığa çıkarılmaması, ya da ilgi duyulmaması zannımca iyi bir şey değil. ve bu oyunun müziklerini oyundan daha çok önem veren tek oyuncu olabilirim. geçen bir oyuna girdim, gruptu. çalan müzik yine efsaneydi. dayanamadım, açtım mikrofona; "off müzikler efsane" dedim. sonra gruptan biri de dedi; "la siktir et hadi başlayın iki derecesiz atak". ilgisizliği buradan görün işte. bu tip andavallara zaten müzik kulağı müstahak.

neyse, dinleyin şu efsaneyi!

https://youtu.be/sATvSYizgxA

bölük

sanırım türkiye'de çekilen, gerçek askerliği birebir yansıtan 3-5 filmden biri. evet, yıllarca profesyonel askerlerin hayatının anlatıldığı diziler ve filmler izledik, ama hiçbir senarist ya da yönetmenden rütbesiz askerlerin, yani "er" statüsündeki askerlerin hayatının anlatıldığı dizi ve film göremedik son 6-7 yılda.

bölük filmi bunu yaptı işte. cetveli takip etmek yerine, cetvelin öteki ucunu tercih etti. insanlara milliyetçilik pompalayıp sahte askerliğe özendiren bir film hiçbir zaman olmadı. ve süresi farketmeksizin, askerlik yapmış biri olarak bu filmin içerdiği askeri detaylar gözümü kamaştırdı.

bu filmi ilk kez, 2017'nin sonlarına doğru sinemada vizyonda olduğu zamanlarda görmüştüm. hatta yanımda 3 tane de arkadaşım vardı, bölük'ün afişini görmüştük. sonra demiştik, "ula dağ 2'den sonra asker filmi izlenir mi beeğ" diye. sonra gidip yol arkadaşım'a girmiştik. bu pişmanlığı bugün halen yaşarım, düşünün kaç yıl geçmiş.

hani böyle askerden yeni terhis olursunuz, eve gelirsiniz ve sonra ülkede çıkan tüm askeri dizileri ve filmleri izlemeye başlarsınız. işte bölük filmi de bu konseptte izlediğim bir filmdi. ve samimi olarak söylemeliyim, şuana kadar türkiye'de çekilen en başarılı askeri filmlerin başında gelir benim için.

baştan aşağı filmi anlatmayacağım, ama şunu söylemeliyim ki, filmde askerliğe dair her şey var. askerlerin birbirleriyle kurduğu iletişimden tutun da, gerçek askeriye ortamını, ve bu ortamda bulunan tüm detayları en ince ayrıntısını incelemeye kadar. (dekor bile askeriye ile birebir aynı) filmde her şey mevcut. zaten beni bu kadar etkilemesinin sebebi de bu. filmi izlerken eğer gerçekten askerlik yapmışsanız, kendinizi sanki filmin içinde tekrar askerlik yapmış gibi hissedebiliyorsunuz. ve askerdeki hayatınızdan mutlaka ve mutlaka bir şeyler bulacağınıza da inanıyorum.

filmi ilk kez 2021'in başlarında izlemiştim. o zamanlarda bu film bu kadar popüler değildi. sanırım sonradan bir popülarite elde edecek ki, son zamanlarda özellikle shorts'ta birsürü kesit gördüm bölük'ten. bu kadar güzel işlenmiş senaryoyu sanatla neredeyse kusursuz performansta buluşturan filmin sonradan popülerleşmesi elbette türk seyircisinin bir ayıbı. ama geç olsun, güç olmasın diyoruz.

özellikle askerliğini er olarak yapmış insanlara izlemelerini tavsiye ederim.

istanbul u hatırlatan şarkılar

harıl harıl esen rüzgar ve dalgalanan deniz eşliğinde yaptığım vapur yolculuğunu, ve ortaköy'de bulunan inanılmaz boğaz ve köprü manzarasını iliklerime kadar hissettiren önemli şarkılardır.

https://www.youtube.com/w...pIC0gZG9uJ3QgeW91IGtub3cg

bilgi entrysi girmek

asla sağladığın katkıların karşılığını almamaktır. dünün en iyi entrylerinin derlendiği ufacık videolardan anlayabilirsiniz bu durumu. adam günaydın yazmış, gelmişler bunu dünün en iyilerine yerleştirmişler.

burası artık gerçekten vizyonsuz bir hal aldı. ekşi'de yazsaydım, şimdiye kaç kere ekşi şeyler'e çıkmıştım bunu bir tek allah bilir herhalde.

size de günaydın popçimentoloşkolarım!

göbeklitepe

türkiye'nin göt deliğinde bulunan tarihi yapı.

silikon meme

Dışarıdan değil de, bir şekilde çıplak görüldüğü taktirde havada karada kendini belli eden bir meme türü. doğallıktan uzak, insanla doğru orantıda hareket etmeyen, sallanmayan, ve gözle silikon olduğunu net bir şekilde belli edecek kadar da diri olan bir memedir aslında.

silikon yaptıran kadınlara elbette saygım var, kendinizi bu şekilde rahat hissediyorsanız yaptırın. ama bunu yaptırırken yağmurdan kaçarken doluya yakalanıyorsunuz, en azından bunun bilincinde olun. çünkü silikon meme sadece sütyen içerisinde güzel görünüyor. sütyenden çıktıktan sonra özellikle sizinle cinsel ilişkiye girecek erkeği, büyük oranda hayal kırıklığına uğratabilirsiniz. onu geçtim siz doğallığınızı neden bozuyorsunuz ki? küçük memeye sahip olmak bir kadında zannımca travmalara sebep olmamalı. aksine ''benim doğallığım da buna elverişli, bunu sonuna kadar kabul ediyorum, ben buyum'' demelisiniz. inanın kendinizle barışık olmak, ileride bir çift silikonun yarattığı travmalardan çok daha sağlıklı olacaktır.

hazar ergüçlü nün çok güzel olduğu gerçeği

medcezir zamanındaydı o.

tamam medcezir'i izlerken liseli bir ergendim, kabul ediyorum. oldukça çekici geliyordu bana hazar. ama hakikatten öyleydi yani, göz var nizam var.

ama şu son zamanlarda artık kurgusal da olsa karakterini mi, ya da hal ve hareketlerini mi, ya da dış görünüşünü mü beğenmedim bilmiyorum, hiç çekici gelmiyor artık. ya karı artık yaşlandı, ya da ben artık ergenlikten çıktım.

sizce hangisi?

ezik insan modeli

gerek iş hayatında, gerek de normal hayatında, hatta ailevi ilişkilerinde bile hiçbir halükarda sevilmeyen ve saygı duyulmayan insandır. bu durum daha çok ezik erkeklere darbe vurduğu için, erkek üzerinden devam edeceğim.

hangi ortamda olursa olsun, ortamında bulunduğu insanlar tarafından mobbing'e uğrar, aşağılanır, hor görülür, dışlanır, manipülasyonlara kurban gider, gurur kırıcı eşek şakalarına maruz kalır. dalga geçilir, onuruyla ve gururuyla oynanır. işin acı tarafı bu bahsettiğimiz ezik insan modeli hiçbir zaman bu yapılanlara karşılık veremez. kendini hiçbir konuda savunamaz, kendini ifade edemez. yarım yamalak edebilse bile kimse onun dediklerine saygı duymaz. çünkü kendisine saygı duymuyorlar, dediklerine neden saygı duysunlar?

peki bunları o ezik insana yaşatan kim? 5 saniyeniz kaldı, cevabınız havada ve karada. insan. evet, insan. şimdi bu bahsettiğimiz ezik insan modeli, tüm bu yaşananlara bir gram sesini çıkartmayıp hunharca gülüyorsa, daha da üstüne gidiyorlar. bu bahsettiğim olayların şiddetini daha da arttırıyorlar. bunun aslında belirgin bir sebebi var, "rekabet".

ezik insanlara bunları yaşatan insanlarda ben şunu görüyorum, tamam bu hayatta bir şekilde güçlü olup saygı duyulmayı başarabilmişsin. ancak her insanın bir zayıf tarafı vardır, ve en ufak pot kırmada "ya ben de eziklenirsem, saygı duyulmazsam" kaygısını iliklerine kadat hissederler. çünkü zayıflıklarını, eksikliklerini bastırmanın tek yolu "ezik insanların" üzerine gitmektir onlar için. aynı zamanda zamanında bir şey tarafından kırılan egolarını tekrar tamir etmek amaçlı da yaparlar. bu tip şeyler yaptıklarında ise acınası bir şekilde ortam tarafından daha fazla saygı duyulmasını beklerler. size kötü bir haberim var arkadaşlar, gerçekten aklı başında bir insan, neyin ne olduğunu bilen insanların hiçbiri sizin bu davranışlarınıza ve size daha fazla saygı duymayacaklar. çünkü yaptığınız şey sadece çocukluk. ve sizi zannımca daha zayıf bir insan yapıyor, bu da saygı duyulmasını engelliyor. benim psikolojik tespitlerim bu şekilde.

benim iş ortamımda bu tip insanlardan dolu. eziği de var, 3 kuruş egolarını ezik insanların üzerinden tamir etmeye çalışan insan müsvetteleri de. az önce yine böyle bir olaya şahit oldum, daha fazla içimde kalmasın diye yazayım dedim. ulan keşke şu çocukluğu bana yapmayı cesaret edebilseler. ahanda yemin ediyorum oturarak götümün ısıttığı koltuğu kaldırır beyin sapına sapanla parande attırarak montelerim, yaparım yani bunu. gece gece iyice sinirlendirdi allahın veletleri yav. tamam, sakinim.

insan olun, 3 kuruşluk egonuzu bu hayatta kabul görmemiş bir ezik üzerinden tamir etmeye çalışmayın. bu hayatta bir başarınız olsun, kendinizi motive edecek bir araç, ya da kendinizle övündüğünüz ve saygı duyulası şeylere sahip olun. zaten egonuz tamir olacak, ve kendinizi daha saygın biri hissedeceksiniz. ama bunu yapmayıp da aksini yaparsanız, hiçbirinize saygı duymam. gördüğüm yerde de itin götüne sokarım.

ezik insanlar, siz de siktirip gidip kendinizi toparlayın biraz. böyle hayat geçmez.

amerikan dans müziği ve yunan halayı

düğün gibi dünyanın en gereksiz organizasyonuna zerre yakın olmasam da, eğer bir şekilde mucize olurda ve ben düğün yaparsam, ölmeden önce düğünümde mutlaka ve mutlaka çaldıracağım iki müzik türü. eh adları da üstünde biriyle dans, diğeriyle ise halay çekeceğim.

düğün yapmam konusunda ikna olmam, tüm kıtaların 1 günde tekrar pengea'laşması kadar imkansız olsa da, o anı büyük bir istikrarla ve umutla bekleyin neovaii ve josephine wendel.

gog games

kurucusu cd projekt red olan, açılımı ise ''good old games' olan, 2008'de kurulmuş, ve isminin hakkını verecek şekilde ömrünü kıyıda köşede kalmış eski oyunlara adayan, uber ötesi çevrimiçi bir oyun platformu.

bunu steam gibi düşünebilirsiniz, ki mantıkları benziyor zaten. sadece aralarında keskin bir fark var, o da gog'un herhangi bir drm'e sahip olmaması. yani atıyorum siz gog'un sitesinden bir oyun aldınız, o oyun tamamen dijital bir kopya olarak sizde kalıyor. istediğiniz kadar kopyalayabiliyorsunuz, yetmiyor arkadaşlarınıza da bir kopya verip onların da oynamasını sağlayabiliyorsunuz. özellikle benim gibi arşivcilik ruhu olan insanlar için, tam bir velinimet. ayriyetten daha az önce flatout'un ilk oyununu bir kampanya sayesinde bedava edindim. 48 saat geçerli olacak. eğer siz de benim gibi eski oyunlara ilgiliyseniz, flatout'u kaçırmayın derim.

eh tabi kurucusu cd projekt red olduğu için, bünyesinde yeni nesil aaa oyunlar da barındırıyor. mesela cyberpunk'ı gördüm az önce. tek sıkıntısı var, sadece dolar üzerinden satın alım yapılıyor. ancak yeni nesil oyunlardan bağımsız olarak söylemeliyim ki, eski oyunların fiyatları oldukça uygun. 1,67 dolara flatout 2 satın almak mümkün mesela. ve ne alırsanız alın değecektir, çünkü kaynağı tamamen sizin oluyor. steam ya da ıvır zıvır gibi bir platforma bağlı kalmadan, özgürce oynayabiliyorsunuz.

özellikle odağında eski oyunlar için, kesinlikle tavsiye ederim.

https://www.gog.com/en

lg

sağlam bir koreli markadır. televizyon ve monitör panellerinden tut da, irili ufaklı bir çok teknolojik ürünlerle de sağlamlıklarına sağlamlık katmaya devam ediyorlar. mesela dvd okuyucu gibi. zamanında cep telefonu olayına da giriştiler, ama onda ne hikmetse gereğinden fazla başarısız oldular. sebebi de her çıkarttıkları modelde sahip olunan özellikleri geliştirmek yerine, sürekli inovasyon getirdiler. eh her yeni modelde de piyasanın alışagelmediği yenilikler getirince de, bir ton sorunla karşılaştılar ve en sonunda telefon pazarından tamamen çekildiler.

bu entryde aslında odak noktam lg'nin diğer ürünleri değil, dvd okuyucusu. 2021'de cd-dvd arşivlerimde kullanabilmek için almıştım. o dönem piyasada 90-150 TL'ye takır tukur dvd okuyucu bulunuyorken, ben 280 TL fiyatı olan lg'nin okuyucusunu tercih etmiştim. lg kendini kanıtlayan markaydı gözümde, ve pahalı olması diğerlerinden daha kaliteli olduğuna delalet ediyordu. aldım, ve öyle de oldu.

2021'den bu yana her ne kadar arşive veri biriktirmeye vaktim olmadığı için ara vermiş olsam da, nereden baksanız toplam 2 TB'yi geçen bir veri yazma işlemi geçmiştir üzerinden. yüzlerce dvd, cd yazdırdım. sabit hızda da kalmadım, yetmedi kritik verileri bir de doğruladım. bilirsiniz diske veri yazdırmak zaten okuyucu için çok yorucu ve yıpratan bir işlem. bir de doğrulamak falan. kısacası çok hor kullandım, içinden geçtim. halen daha yazdırmaya devam etmekteyim. tık demiyor. ne okumada sorun yaşıyorum, ne de yazdırmada. bazı çakma, kalitesiz, dandik boş dvd'lerim vardı, onlara bile yazdırdığım oldu. halen daha takır takır çalışıyor. bir de hani olursa okuyucunun lensi falan mefta olursa, farklı bir marka, nispeten daha ucuz bir okuyucu aldım. ona gerek bile kalmıyor, halen daha kullanmıyorum. çünkü lg bir türlü ölmek bilmiyor.

işte bu yüzden lg sağlam bir marka diyorum. bir tek telefon konusunda çok falso yaptılar, onu da fasulyeden sayalım. aptal çinlilerin piyasayı çöplüğe çevirdiği günümüz piyasasında, bırakın lg'de olmayıversin. eğer benim gibi halen daha cd-dvd arşiviyle uğraşıyorsanız, fiyatı ne olursa olsun lg okuyucularını kesinlikle tavsiye ederim. usb ile kolayca bağlanılabiliyor. bakalım ne zaman bozulacak?

sonradan telif atılan şakırlar

en çok kalbimi kıran şarkı: https://www.youtube.com/watch?v=LSXQh8EWiOg olmuştur.

yani anlamıyorum neden? hafızasını siktiğim RYZZN'ı. seni 2023'te spotify verilerime dayanarak, en çok dinlediğim elektronik müzik grubu olarak ilan ettim. neden? şarkın 100.000 izlenmeyi geçti diye mi? sana yazıklar olsun. şarkılarının kalitesinin önünde eğiliyordum, ama beni çok büyük hayal kırıklığına uğrattın. bir de hala utanmadan şarkının başlığında '' copyright free'' yazıyor. kendi şarkına bile telif atılmasını sağlamışsın, alt kısımda görünüyor.

hayatımın elektronik müzik grubu bu kadar düşmemeli, düşemez. özellikle bu şarkının başlığına ''copyright free'' yazmana rağmen telif hakkı almana inanılmaz kırıldım. umarım bir gün sen de milyon dinlenmelerin kölesi olmazsın.

squid game 2 sezon

gelmedi gitti dedirtipduran siktiğimin dizisi.

1. sezon yayınlanalı 3 sene olmak üzere. önüme şaheser koymanızı bekliyorum. 3 yıl lan 3 yıl! alt tarafı birkaç bölüm çekip hepsini bir anda yayınlayacaksınız. bağımlı olanlar 1 gün içinde silip süpürecek zaten diziyi. o sebeple bu kadar geçen süreden sonra, ortaya şaheser konmasını beklemek her izleyicinin hakkı.

mastürbasyon

geçici cinsel çözüm, fakat doğaya aykırı.

birnevi beyin ve vücut kandırmacası da denebilir. cinsel organınızla girdiğiniz etkileşim beyniniz tarafından ne olursa olsun karşı cinse etkileşime girdiğinizi sanar. çünkü cinsel organınızla kurduğunuz temas beyninize "sanki gerçekten seks yapıyormuşsunuz" ayarında sinyaller gönderir. zaten bu sebeple mastürbasyon ile orgazm olunabilmektedir. orgazm yüksek oranda dopamin salgılatır. mastürbasyon da birnevi bunu amaçlar. ancak siz buna mastürbasyon ile çok kolay ulaştığınız için, bu bir süre sonra bağımlılığa dönüşür ve kendinizi kaptırırsanız amacınız cinsel ihtiyacınızı geçici olarak çözmekten de çıkar.

doğaya aykırı dememin sebebi de karşı cinsle değil de, tamamen elinizle etkileşime girdiğiniz için. her iki cinstede durum aynı. erkek elini s*ker, kadın da kendini eline s*ktirir. fakat ben bu esnada kadınlarda mastürbasyonun daha fazla zevk verdiğini düşünüyorum. gerek vulva da, gerek vajina da, gerek de klitoriste çok fazla sinir var ve birden fazla alternatif mastürbasyon yolları var. Elle ovalayarak da orgazm olunabilir, ya da hıyar veya parmak sokarak da. erkekte mastürbasyon olayı maksimum zevk yerine direkt iş bitirmeye odaklı. hatta hızlı yapıldığı taktirde bu olay iyice iş bitirici oluyor ve keyif almaktan çıkıyor. yine de orgazm anında yüksek oranda keyif alabildiği için, bağımlı olma potansiyeli çok daha yüksek oluyor. o tohumları boşaltacak bir dişisi de yoksa, bu bir kısır döngü haline geliyor. Sonra gelsin erken boşalma sorunları falan.

asla bağımlı olmayın. mastürbasyon bir çözüm olsa da sürdürülebilir asla değildir. yüksek bir dopamin kaynağı olduğu için, ve mastürbasyonla buna çok kolay ulaştığınız için bağımlı olma potansiyeliniz yüksek olur. mastürbasyona bağımlıysanız karşı cinsle gerçek etkileşime girmeniz bir tık sıkıntı olabilir. çünkü aylarca yıllarca karşı cinsin cinsel organıyla değil, elinizle etkileşime girdiniz. e haliyle bunu artık benimsediniz. özellikle bunu o boktan porno filmlerle yapanlar var ki, onlar tamamen facia zaten.

gördüğü her rüyayı not alan bir arkadaşım vardı

evet.

gördüğü her rüyayı hatırladığı kadarıyla birebir not alan arkadaşım vardı. Halen var da artık pek konuşmuyoruz, hayatımda yok gibi bir şey. artık takıntılık mıydı bilemem ama, hemen uyandığı gibi unutmamak için telefonu eline alıp gördüğü rüyayı not alırdı.

bir süre düzenli olarak devam etti, sonra bir şey oldu. ne oldu dersiniz? o yazdığı rüyaların bir şekilde birbirleriyle bağlantılı olduğunu farketti. gerek olay örgüsü, gerek zaman, gerek de mekân olarak. yüzeysel bir bağlantıdan bahsetmiyorum ama. ciddi ciddi her gördüğü rüyanın diğer yazdığı rüyalarla mutlaka bir şekilde bağlantı kurduğunu söylemişti. bu olaydan sonra psikolojisi bir tık hasar aldı, sonra bırakmak zorunda kaldı.

şimdi artık olay mistik miydi, yoksa tamamen beyin oyunu muydu bunu bilemeyiz ama, metafiziğe inanmayan biri olarak ben beyin oyunu olduğunu düşünüyorum. sonuçta rüyalar bilinçaltında depolanan bilgiler sayesinde görülüyor. e bu gördüğü ve yazdığı rüyaların da her biri kendi bilinçaltından çıkma olduğu için, birbirleriyle bir noktadan sonra bağlantı kurmaları normal.

yine de ilginç bir deneyim olmalı. sık sık rüya görseydim ben de denerdim belki. ama ben gündüz uyumamdan ve öküz gibi ağır uykulara sahip olmamdan mütevellit, çok nadir rüya görürüm.

yunanca şarkılar

olağanüstü bir müzikal değer taşırlar. komşu olduğumuz için de türk kültüründen ve tarzından kendi şarkılarında da bolca bulundururlar. zaten müzikal anlamda yunanistan genel anlamda çok iyi işler çıkartıyor.

mesela eurovision 2005'in şampiyonu olan sanatçı helena paparizou'nun sahnede söylediği şarkı olan (my number one), bolca türk ezgileri taşır. hatta esinti değil, kemençe falan birebir araklamadır. ama sonuç olarak eurovision 2005'te yunanistan, o şarkıyla şampiyon olmuştur. kendisi türkiye'yi sevdiği için, biz de bunu görmezden gelerek kendisini tebrik ederiz. yunanca şarkılardan eurovision'a falan kaydık bir tık ama, bundan bahsetmezsem olmazdı. kişisel olarak kendisinin diğer şarkılarını da dinlerim. hatta bir ara ncs'de belirli bir üne ulaşan "levianth" adlı prodüktör bir yunandır, ve helena paparizou ile 2021'in sonlarına doğru çıkarttıkları "lightning" şarkısıyla gönlümde hepten taht kurmuşlardır.

öteki tarafta ülkemizde ünlenen playmen grubu başta olmak üzere ian ikon, tamta, claydee, kings, josephine wendel, otherview gibi sanatçılar ve gruplar da vardır yunan müzik endüstrisinde. playmen şarkılarını sadece ingilizce okumuş, sebebini ben de bilmiyorum ama kesinlikle elektronik müzik alanında çok başarılı bir grup. claydee'nin ne olduğu belli değil. Sanırım aralarında multi soya sahip olan tek sanatçı. Yunanca şarkıları da var, arnavutça şarkıları da var, ispanyolca şarkıları da var. ne olduğu bilinmez ama kesinlikle başarılı bir sanatçı. bu saydığım sanatçıların bazı ingilizce şarkıları da var, ama çoğu yunanca okuyor şarkılarını.

ayriyetten daha isimleri aklıma gelmeyen birsürü sanatçı var müzik listemde. ırk olarak yakın olduğumuz için midir nedir, bir türlü uzak kalamıyorum kendilerinden. şarkılarıyla beni büyülüyorlar. ayrıca yunanca da dehşet güzel bir dil. türkçeyi iyice yalayıp yuttuktan sonra radarım yunanca öğrenmeye dayalı olacak. ha bu arada, karşılaştığım yunanca şarkıların %90'ı "panik records" adlı plak şirketine ait.

ve giorgos mazonakis'in 1997 yılında okuduğu zilevo şarkısını anmadan geçmeyeceğim.

dans ma peau

türkçe isim: derimin altında
yönetmen: Marina de van
senaryo: marina de van
yıl: 2003

yine beni şaşırtan ve izlerken bir o kadar da rahatsız eden bir fransız filmi daha. filmi az önce bitirdim, ve farklı bir konuya sahip olduğu için birkaç bir şeyler yazmadan geçmemeye karar verdim.

hikaye


--spoiler--

--spoiler--

ana karakterimiz kadın ve adı esther. arkadaşlarıyla bir gece partisine katıldığı esnada sebebi belirlenemeyen şekilde düşerek bacağını yaralar. sert bir şekilde düştüğü için bacağı da onunla orantılı olarak ağır yaralanır. işin tuhaf tarafı esther bu yaralanmayı saatler sonra ferkeder, ve farkedene kadar da herhangi bir acı hissine kapılmaz. zaten farketme sebebi de acı duyması değil, bacağını kanlar içinde gördüğü için. sonra doktora gider, bacağını tedavi ettirir. ama ters giden şeyler vardır. bacağındaki yara ve deri normal şekilde iyileşmez, hatta daha da kötüye gider. zaten psikolojik olarak da sıkıntılar yaşayan ana karakterimiz, çok farklı tarzda şeyler yapmaya başlar. kendi vücudunu yemeye başlar. evet, kendi vücudunu yemeye başlar. elimizde bir yamlaklık hikayesi var. ama bu sefer kendi etini yemeye meğilli olan bir yamyamlık hikayesi.

--spoiler--

--spoiler--

hikaye akışı, olay örgüsü

garip bir olay örgüsüne sahip, açıkçası fazlasıyla soru işaretleriyle dolu. hatta zannımca yeterli bir şekilde işlenilmemiş bir konu. birincisi filmde karakterimizin bu denli psikolojik rahatsızlığa sahip olmasını çok sonradan farkediyorsunuz. hatta ilk 40 dakikasında olayın tam olarak ne olduğunu bile anlayamıyorsunuz. sonradan olaylar ortaya çıkıyor ama hiç heyecan uyandırmıyor ve çoğu detay yine çok kopuk işlenmeye devam ediyor. ikincisi de film bu kadar kısa olmasına rağmen nasıl bu kadar yavaş ilerler aklım almıyor. bazı yerleri ilerleterek izlemek zorunda kaldım, diyaloglar da çok sıkıcıydı. ancak yine de filmin iyi yaptığı çok şey var. sadece işleniş eksik olduğu için kafada çok fazla soru işareti bırakıyor. ilk başta yamyamlık yaptığını dahi anlamıyorsunuz. ben hatta bir ara ''acaba bacağını yaralayan kesici alet ona lanet falan mı bulaştırdı'' diye düşünüyordum. ama durum öyle değilmiş. zaten bir fransız filminde böyle bir şey olsaydı aynı hollywood'da olduğu gibi fransız sinemasından da soğurdum herhalde. ama şaşırtmayan şekilde filmin sahneleri inanılmaz gerçekçi. geliyoruz ona da.

sinematografi, oyunculuk

sinematografik olarak değerlendirirsek filmin iyi yaptığı çok şey var. kamera açıları olsun, kullanılan makyaj olsun, sahne detayları olsun her şey gerçekten çok başarılıydı ve gerçekçiydi. öncelikle ben oyuncuya değinmek isterim. başrol karakterimiz de bizzat yönetmenin kendisi. evet, saw filminden sonra yönetmeninin ve senaristinin aynı anda başrol oynadığı filmler nadir çıkar karşıma. bu da onlardan biri oldu benim için. öncelikle kendisini tebrik etmek isterim. gerçekten inanılmaz bir oyunculuk sergiledi. oyunculuk tecrübesi de olduğu belli. o karakterin içsel psikolojisini, çaresizliğini iş hayatında ve ilişki hayatında dibine kadar yaşamasını iliklerime kadar hissettirdi diyebilirim. hatta ''the machinist'' filminden sonra ana karakteriyle derinden empati kurabildiğim ikinci film oldu dans ma peau.
--spoiler--

--spoiler--

sahneler zaten çok gerçekçi. o derinin makyajı olsun, kendini yeme sahneleri olsun, akan kan olsun her şey inanılmaz gerçekçiydi. aynı zamanda rahatsız ediciydi de. ama rahatsız etmesinin tek bir sebebi var ki, o da gerçekçi sahnelere sahip olan bir film olması. bu da fransız sinemasını fransız sineması yapan en büyük neden benim gözümde. bazı detaylar da gözümden kaçmadı. karakterin psikolojik bunalımı her yönden hissediliyor. mesela ana karakterimiz hiçbir şey olmamış gibi telefonla konuşurken, aynı zamanda tırnaklarıyla sert bir şekilde mutfak masasını kazıyor. hatta o kadar sert ki, uzayan tırnakları kırılıyor falan. yani rahatsız ediciydi baya. keza bir sahnede karakterin psikolojisini yansıtmak açısından karakterin sol kolu gövdesinden ayrılmış şekilde gösteriliyor. bu da muhtemelen karakterin içindeki yamyamlık dürtüsünü net bir şekilde yansıtabilmesi açısından konmuş gibi duruyor. onun dışında zaten doğal çekimler oldukça göz kamaştırıyor. yönetmen kendi vücudunu her yönden sinemaya aktarmış olacak ki, vulva dair karakterimizin her cinsel organını görebiliyoruz. evet bu her insana etik değil farkındayım ama, sinemalar veya diziler her ne kadar kurgusal dünyaya sahip olsalar da, herbirimiz o yapımlardan mutlaka kendimizden bir şey buluyoruz. o sebeple yönetmenin ana karateri tüm çıplaklığıyla sinemaya aktarabilmek açısından böyle bir yöntem tercih etmiş. doğal buldum, yadırgamadım.

onun dışında gözümden kaçmayan birkaç kamera detayı daha oldu. bazı sahnelerde ikiye böünen bir ekranda, iki farklı kameranın çekim yaptığı görüntüler izliyoruz. bu da açıkçası filmin kurgusunu gerçekçi kılmış, ve daha da göz kamaştırmış. özellikle filmin son sahnesinde karakter gözleri açık, sıfır tepkiyle ki nefes alıp almadığını bile hissedemiyorsunuz, gözleri falan da kapanıp açılmıyor. öyle sabit şekilde yatağa uzanmış, kamera da ona orantılı olarak hareket etmiş. işin tuhaf tarafı bu sahneyi yönetmen birden fazla koymayı tercih etmiş. hani filmlerde veya dizilerde sahne geçişleri olur ya, işte sahne geçişlerinde en az 3 kere art arda bu sehneyi izliyoruz. bu da beni garip bir şekilde rahatsız etti. öldü mü kaldı mı bilinmiyor. ben ilk başta intihar etti sandım ama film gerçekten ne olup ne bittiğini göstermeyi tercih etmemiş. o sebeple o an karaktere ne oldu bunu bilmiyoruz.

--spoiler--

--spoiler--

son sözler

evet enteresan konu, fakat layığıyla işlenenememiş. bu da zaman zaman filmin ağır ilerlemesine, ve hikayede çok fazla kopukluk ve soru işaretleri olmasını sağlamış. ama yine de bu konuda izlediğim diğer iki fransız filmi kadar zaman kaybı hissettirmedi. çünkü sinematografik detaylar çok başarılıydı. o sebeple bu filmi izlemekten pişmanlık duymadım. farklı şeyler izlemek isterseniz, bir şans verin bakalım. belki bazılarınıza daha hareketli bir olay örgüsü gelebilir. biraz da göreceli bu durum. ha bir de bu film sırf içerdiği kanlı sahneler dolayısıyla, çoğu sinemada vizyona girememiş. hatta bu başlıkta bulunan tek entry'i yazan arkadaşın dediği üzere türkiye'de sadece 3 sinemada vizyona girebilmiş. ve şu da doğru, o dönem gaspar noe'nin kanlı, sert ve müstehcen sahneli filmleri sinema piyasayı da bir güzel sallmış. özellikle irreversible ve climax. dolayısıyla bu yönetmen ablamız hakettiğinden daha azını alabilmiş bu filmde. neyse bakalım sağlık olsun.

çıplak

can evrenol'un yönetmenliğini yaptığı, senaryosunu merve göntem'in yazdığı, nova norda'nın müziklerini yaptığı, dizinin tamamının iphone kamerası ile çekildiği, 2020'de blu tv'de yayınlanan bir eskortun hikayesinin anlatıldığı dizi.

normalde blu tv'ye üye olmayı hiç sıcak bakmazdım, ancak vodafone yanımda premium'un verdiği kod sayesinde erişebildim. bu diziyi daha önceden duymuştum, bir ara gündeme gelmişti. hazır blu tv varken açıp bi bakayım dedim. zaten bir eskortun psikolojisini hep merak etmişimdir.

ilk bölümü izledim sadece. ama anladığım kadarıyla dizi 20 dakikalık bölümlerden oluşuyor, ve 2.sezonu da mevcut. senarist ablamız merve'nin açıklamalarına göre, ''bu dizi fiziksel çıplaklık değil'' gibi gibi olsa da, ilk bölüm itibariyle ben dizide herhangi bir konu göremedim. bir tane kadın var muhtemelen ana karakterimiz. 7-8 tane erkeğin içinde bulunduğu, felekten bir gece çaldığı bir eve geliyor. striptiz dansı ediyor, bir de evdeki tüm oğlanların sıra sıra süzgeçinden geçiyor falan. yani kimin ne yaptığı belli değil. ne anlatıyor bu dizi? anlatılan şey eskortun psikolojisi ve iş hayatı stratejileri ise, bir anlam yükleyebilirim hiç sıkıntı değil. ancak bu dizi tam olarak neyi anlatıyor? ya da bir dizinin ilk bölümü, ne anlatacağını bir şekilde belirtmek zorunda olmaz mı? artık bölümleri aşırı kısa olduğu için mi bir konu ve olay örgüsü kurulamamış bilmiyorum ama, buna bir dizi diyebilmem için acilen bu tip şeylere sahip olması gerekiyor. 2. bölümü de izleyip bir şans vereceğim, onda da sinematografik olarak hiçbir detay göremezsem, bırakacağım.

bakın bu ülkede yapılmış en cesur işlerden biri olması, ya da iphone kamerasıyla çekilmiş olması detayları gerçekten taktir edilesi. ama ben bir dizi izliyorsam o dizi sinematografik olarak tüm detaylara sahip olmalı. ayriyetten bir hikâye de anlatmak zorunda olmalı. bütçesinin ne olduğu da hiç alâkadar etmez. yine de bakacağız. ekşi sözlük entrylerinde akıcı, cesur, güzel bir dizi olarak lanse edilmiş. ben ilk bölümde bunları göremedim, görmeyi isterdim. ama bir dizi daha ilk bölümden bomboş ise, çok ciddi sıkıntılar vardır. tamam bu tip işler biraz zevk, tarz işleri. ancak dizi bir hikâye, ya da bir konuya bile sahip değil. sahip olsun, bir şeyler anlatsın, ondan sonra zevklerime uyuyor mu yoksa uymuyor mu bunu o zaman değerlendiririz.

bu arada can evrenol'un hiçbir dizisini ya da filmini izlemesem de, bir tane sitede fransız korku filmleri hakkında yazdığı makaleye denk gelip okumuştum. çok detaylı, çok kaliteli bir yazıydı. umarım bu performansı yönetmen koltuğunda da görürüz can bey.

2024

00:00 itibariyle girdiğimiz yepisyeni bir yıl.

her şeyden önce yeni yıl elbette sağlık, mutluluk ve huzur getirsin. ancak içimden bir ses, bu yılın da patatesten ibaret olacağını söylüyor. ki patates zaten muazzam bir besin, yeni yıl ile kısyaslanamaz.

ekonomik zorluklar, hiper enflasyon, geçim zorlukları, kültürel çakışmalardan doğan sorunlar, eğitimsizlik ve işsizlik sorunları daha da artacak. daha ilk maaşları almamamıza rağmen ürünlerde yoğun bir zam mevcut. tabi bunlar dışında kişisel ve manevi zorluklar da bitmek bilmeyecek. ancak hayat genel olarak zor olduğu için, bunları dillendirmek şuan için mantıksız.

herneyse, hoşgeldin 2024!